‘Aşkın Dilinden’ anlamak



 
‘Başka Dilde Aşk’, sinemaseverlerin büyük ilgisini çeken, etkileyici ve düşündürücü bir filmdi… Sizi, şimdi de şunu düşünmeye davet ediyorum: Başka dilde ‘aşk’ var mı gerçekten? Aslına bakarsanız, Batı lisanlarında Türkçe’deki "aşk" kelimesi gibi sadece kadın-erkek ilişkisini tanımlayan ‘tek’ bir kelime bulunmuyor. Bunun yerine "sevmek" fiilinden türetilen kalıplarla durum ifade ediliyor. Mesela; ‘fall in love’ deniyor,’ sein in der Liebe’ deniyor… Ancak bu şekilde bir açılımla, söz konusu sevginin ‘karşı cinsler’ arasında  yaşandığı, yani ‘aşk’ olduğu anlatılmış oluyor. 


Batı neden bir çırpıda ‘aşk’ı anlatamıyor derseniz, birincil neden epistemolojik açıdan baktığımızda Aşk’ın Anadolu tasavvufuna has bir kavram olması.  Etimolojik olarak da Türkçe’ye, Farsça sarmaşık anlamına gelen 'Aşeka' kelimesinden geçtiğini görüyoruz. Bu durum da oldukça ince ve ilginç bir metafor çıkartıyor karşımıza. Sarmaşık dediğin, dolanarak kuşattığı ağacın özsuyunu emer, onu soldurup zayıflatır ve bazen de kurutur. Aşk da böyle değil midir? Aşık da sevdiğinden başka herkesle ilişkisini kesip adeta bu sevgiye esir olmaz, sararıp solmaz mı bazen?  

Aşk, bunca nüansı ifadeye muktedir’ tek bir kelimedir lakin Aşk’ın kendisi ‘tek’ değildir. Mutasavvıflar aşkı, "mecazi" ve "hakiki" olmak üzere iki türde tanımlar.


Mecazi aşk;  beşeri,  geçici suretlerden birine karşı duyulan aşk anlamına gelir.  Şehvetsiz, ilahi ve hakiki aşka götüren bir köprü olmak şartıyla hoş karşılanabilir. Bu açıdan mecazi aşk, hakiki aşka bir alıştırma niteliği taşır. Mecazi aşkın tabii olandan farkı, erdirici özelliğe sahip olmasıdır.

Bu manâda Sokratesin şu sözleri "mecazi aşk" tanımına çok benziyor: "Aşk insan ruhunun ilahi güzelliğe duyduğu açlıktır. Aşk, yalnız güzelliği bulmaya değil, aynı zamanda onu yaratmaya ve devama iştahlıdır. Fani vücutta ebediyetin tohumlarını yetiştirmeye iştahlıdır. Bunun için iki cins birbirini sevmektedir. Kendilerini tekrar yaratmak ve böylece zamanı ebediyete kadar uzatmak isterler. İşte bunun için ebeveynler çocuklarını severler. Sevişen ana babanın ruhları yalnız çocukları vücuda getirmez. Bunlar aynı zamanda ebedi güzellik arzusunun arayıcılarını ve haleflerini de vücuda getirirler" (Yarkın, 1969:16)

Gelelim ‘Hakiki aşka’…  Mutlak varlığı; yani Allah'ı sevme demektir ki zaten bu yüzden ‘hakiki’dir. . Hakk'tan başka her şeyden geçmeyi gerektirir.  Hakiki aşka eren kendini unutmuş, fenafillaha ermiştir.

Anadolu tasavvufunda "hakiki aşk" denilince akla elbette ilk Mevlanâ geliyor. Mevlana’ya göre en güzel varlık Tanrı’dır. O, mutlak güzeldir, güzeller güzelidir; O’nun güzelliği beşerin güzelliğine benzemez. Aslında kaynağının Tanrı olmasından dolayı bütün varlıklar güzeldir. Güzel olan Tanrı’dan güzel eserler çıkmıştır. İnsanlar da bu eserler arasındadır.. Çünkü hiçbir insan diğerine tam olarak benzemez, bu sebeple her insan bir başka güzeldir. 


Mevlana’ya göre aşk bir ‘bilgi edinme’ yöntemidir. İnsan Tanrı’ya götüren bilgiye ancak aşk yolundan geçerek ulaşabilir. Bu yüzdendir ki; Anadolu tasavvufunda 'Işk' ('bilme') sözcüğü de 'Aşk' anlamında kullanılır.

Fuzûlî "Işk imiş her ne Âlem'de / İlim bir kil ü kal imiş ancak" der.
Fuzûlî bu beyitiyle Işk (İrfani bilgi) olmadan Âlemi anlamanın mümkün olamayacağını, dünyevi bilginin (İlm) boş sözlerden öteye geçemeyeceğini savunur.

Ve elbette Yunus Emre…  O da bazı beyitlerinde Işk'ı "İlahi aşk" (hakiki aşk), Aşk'ı "mecazi aşk" olarak kullanır: "Işksuz âdem dünyada bellü bilün ki yokdur/Her birisi bir nesneye sevgüsi var âşıkdur"

Bilgi ve aşk ilişkisini sadece Anadolu tasavvufunda görmeyiz üstelik. Fuzûlî'nin çağdaşı Paracelsus da aşkı aynı şekilde "bilme" üzerinden tanımlar: "Hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyi sevemez. Hiçbir şey yapamayan, hiçbir şeyden anlamaz. Hiçbir şeyden anlamayan insan değersizdir. Oysa anlayan biri, hem sever hem fark eder hem de görür... Bir şeyde ne kadar çok bilgi varsa, O kadar büyük sevgi vardır... Bütün meyvelerin çileklerle aynı zamanda olgunlaştığını zanneden biri, üzümleri hiç tanımıyor demektir."


Aşk, artık eski bir masal mı? 


Aşk, derin, kapsamlı, incelik ve emek gerektiren bir konudur anlayacağınız… Lakin her şeyin hızla ve kolaylıkla tanımlandığı günümüz yaşamında bu sıfatlarla tanımlanan her şeye tek tek veda ediyoruz. Dünya artık Sokrates'in, Paracelsus'un, Yunus'un, Mevlâna'nın, Fuzûlî'nin dünyası değil şüphesiz. Modern yaşamın dönüm noktalarına baktığımızda, Sanayi Devrimi ile başlayan sermaye birikiminin kısa sürede kurumsal kapitalizme dönüşüp her şeyi meta haline getirdiğini görüyoruz.  Özellikle II. Dünya Savaşı yıkımı sonrası yaşanan talep patlamasıyla, insanoğlu ‘çok tüketmek için çok çalışmak’ döngüsüne kapıldı ve 'zamansızlıktan' kendisine bile yabancılaştı. Böyle bir dünyada da aşk, adı var kendi yok bir efsane, Kaf dağının arkasındaki uzak ülke olmaya mahkum kaldı.
 "Aşk Yüzyılı Bitti" kitabının yazarı Nuran Yıldız bir röportajında şöyle diyor:
 "19. yüzyıl büyük aşkların yüzyılıydı. Geride pek çok şiir ve roman bırakan büyük aşkların. 20. yüzyılın önemli bir kısmı da öyleydi. Ama 21. yüzyıl aşkın çöpü boyladığı yüzyıl." 21. Yüzyılda ne oldu peki? Özetle, ideallerin, gerçek duyguların, köklü ilişkilerin, güvenin yok olmasıyla, hayatlarımızdaki ‘büyü’ bozuldu.   Manevi olanın, yerini maddi refah kaygılarına bırakması sonucu, hepimiz adını bir türlü koyamadığımız ama hayatımızdan sürekli anlam ve hedef çalan boşluklardan muzdarip hale geldik. 


Boşlukları doldurmaca oyununda bize dayatılan çözümse: ‘Tüket’… Daha iyisini, daha yenisini, son teknolojisini, dostundakini, komşundakini sen de al…  Ancak sahip olma duygusunun verdiği sahte mutluluk vaadi boşluklara, yalnızlıklara deva olmuyor.

O zaman da teknolojinin bir başka boyutuna, internete, sosyal medyaya sarılıyoruz, bir umutla… Bize iletişimi, arkadaşlığı, aşkı, paylaşımı vaat eden, rutin hayatları cici fotolarla, süslü sözlerle, sahte gülücüklerle süsleyen ve ‘iyi hissettiren’ çağdaş bir mucize. Oysa işin aslı, klavyelerde gizlenen ruhlar, görülmeyen suretler, duyulmayan sesler ve yalnızlığın ‘tekno’ hali. Öyle ki, ailemizi, dostlarımızı bile sosyal medyada görmekle yetinir, yüz yüze, yan yana gelme ihtiyacı da duymaz olduk; yalnızken ‘yapayalnız’ kaldık. 


Nuran Yıldız’dan kritik bir saptama daha var ki, bahsetmezsek tablo eksik kalır:  ‘Yalnızlaşma’, içinde bulunduğumuz zamanın karakter özelliklerinden biri. Başka? ‘An’a odaklı yaşama! Geçmiş yok, gelecek belirsiz. Öyleyse: “Ânın tadını çıkar!” Sloganımız bu. "
Yalnızların anı yaşaması… Yanında kimsenin olmadığı gibi, ardında anıların, deneyimlerin, değerlerin ve önünde hedeflerin, ideallerin, hayallerin de olmadığı bir dünya. İçinde boşlukla ve boşluğun içinde öncesiz ve sonrasız asılı kalmak… Üstelik, kadınların erkekleşmeye, erkeklerin kadınlaşmaya yaklaşırken kendilerinden uzaklaştıkları, kendi kendilerini de terk ettikleri bir zaman bu. Yalnızlığın en yalın hali… Korkunun ve güvensizliğin yüzyılı. Haz, gösteriş ve tüketim kutsanırken, tatminsizliğin ve umutsuzluğun ruhlarımızı kemirme devri. Artık, içimiz dışımız bir değil. Şatafatlı suretlerimiz ve yaşantılarımız, içimizdeki cehennemlere perde çekiyor sadece.
Aşk demiştik, öyle ya… Korkunun bencilleştirdiği, tatminsizlik duygusuyla kıvranan, kökleri, bağları, idealleri olmayan ‘birey’, insana da ‘tüketilebilir’ gözüyle bakıyor. ‘Daha yenisi, daha iyisi’ benim olmalı mottosu ilişkilere de uygulanıyor, ‘sıradakine’ bakılıyor… Böyle bir dünyada aşka yer olabilir mi? Kendini kaybeden aşkı bulabilir mi? 


‘Aslında doğru ifadeyle, bugünün bireylerinin karşısında ‘kendi’lerinden oluşan kalabalık bir düşman ordusu var: “Kendini sev”, “Kendin ol”, “Kendini düşün” vs. ‘
Sonuç: “Kendinle kal!”… Ve aşk… İlahi aşk… Hoşça kal. 


Yorumlar

Popüler Yayınlar